İlaç tedavisi gören insanların sayısı her geçen gün artıyor. Elbette hastalıklar karşısında insan tedavi olacak. Ancak benim bahsettiğim ilaçlar, fiziksel hastalıklar için kullanılan ilaçlar değil. Ruh hastalıkları veya psikolojik rahatsızlıklar olarak tanımlanan hastalıklar yüzünden kullanılan ilaçlardan bahsediyorum. ABD ve Avrupa’nın yıllardır gündeminde olan psikolojik hastalıklar, 1990’lardan sonra ülkemizde de gözle görülür biçimde arttı. Hem de her yaş grubunda.
“Nereye gidiyoruz?” diye sormamız gerektiğini düşünüyorum. “Niçin bu hale geldiğimizi.” araştırmak zorundayız. Daha da önemlisi hepimiz bunun üzerine düşünmek zorundayız.
“Dert insanı hasta eder.” deriz hep. Ancak bu yanlış bir anlamadır. Her derdi olan hasta olsa vay halimize! İçinizde derdi olmayan var mı? “Dünyada derdi olmayan iki insan varmış, biri henüz doğmamış, diğeri de rahmetli olmuş!” esprisini herkesin farklı olmakla beraber, derdi olduğunu anlatmak için kullanırım sıkıntılarını benimle paylaşan öğrencilerime.
Dert insanı hasta etmez! Derdini dert etmek insanı hasta eder. Bu ikisi arasındaki farkı anladığımız zaman, bizi hasta eden şeyin derdimiz değil, kendimiz olduğunu daha iyi anlarız.
Peygamberlerin hayat hikayesini bilmeyen yoktur. Biliyor olmak başkadır, üzerine düşünmek başka… Biz biliyoruz fakat düşünmüyoruz. Peygamberler tarihi tam anlamıyla çileler tarihidir. Her peygamberin ayrı bir sıkıntıyla imtihan edildiğini anlamak zorundayız.
Kimi peygamberler evladıyla imtihan edilmiş, kimisi babasıyla, kimisi de eşiyle. Bazılarının hayatında çok büyük hastalıklarla verilen mücadele dikkatimizi çekiyor, bazılarının ihanetle imtihan edildiğini görüyoruz. Çile, acı, kazanma, kaybetme, horlanma, dışlanma, alay edilme gibi aklınıza dert adına ne geliyorsa hepsini peygamberlerin hayatında göreceksiniz.
Peygamberimiz Muhammed Mustafa’nın hayat hikayesini hepimiz biliriz ama üzerine düşünmeyiz. Dünyaya gelmeden babasını, altı yaşında annesini kaybetmiş. Hem öksüz hem yetim büyümüş. Kendisine hem annelik hem babalık yapmaya çalışan dedesini de çocuk yaşta kaybetmiş.
Yaşadığı toplum tarafından dışlanmış, horlanmış taşlanmış. Eşini kaybetmenin acısını da yaşamış. Bir anne veya babanın bu dünyada yaşayabileceği en büyük acı olarak tanımlanan evlat acısını da yaşamış. Hem de tam beş defa. Beş çocuğunun da ölümünü görmüş. Evlatlarını toprağa vermiş. Bahsettiğimiz kişinin yaratıcının en sevdiği kulu olduğunu hatırlamak zorundayız.
Bunları hepimiz biliyoruz ama dedim ya, düşünmüyoruz!
Düşünmüyoruz ki Allah (c.c.) en sevdiği kulları olan peygamberlerini bile acı ve çileyle imtihan ediyorsa beni / bizi niye imtihan etmesin? Alemlere rahmet olarak yarattığı peygamberine bile torpil yapmıyorsa bana / bize niye torpil yapsın?
Tüm bunları babası hayatta olduğu hâlde yetim gibi büyüyen bir kız öğrencime anlatmıştım yıllar önce. Anlatmamın sebebi ise, evde kanser olan annesinin ölümünü beklediklerini bana gözyaşları içerisinde anlatmış olmasıydı.
Aradan birkaç ay zaman geçtikten sonra bana bir SMS yolladı o öğrencim. “Hocam! Artık benim annem de yok.” yazmıştı. Uzun bir müddet cevap veremedim. Ne söyleyebilirdim ki?
Bir sonraki görüşmemizde bana bir itirafta bulundu. Dedi ki: “Hocam hani ben size ağlayarak yaşadığım sıkıntıları anlatmıştım da siz de bana peygamberlerin hayatlarından örnekler vermiştiniz ya! Eğer o gün siz bana peygamberlerin hayatının da çile, sıkıntı ve acıyla dolu bir imtihanla geçtiğini söylemeseydiniz ben intihar etmeyi düşünüyordum!”
Tüm bu hatıraların benim zihnimde canlanmasına sebep olan, okuduğum iki yazı oldu.
Birincisi, Türkiye’de her geçen gün artan psikolojik hastalıklar. Yani depresyon ilaçlarının daha çok kullanılmaya başlandığı ülkemizde, her sıkıntıda depresyona girer hale geldik.
Dünyanın imtihan dünyası olduğunu unutuyoruz bazen. En ufak sıkıntıda depresyona giriyoruz.
İkincisi ise, tsunami felaketinden sonra Açe’de yaşanan ilginç olay. Olay yeni değil ancak ben yeni okudum. İnanın çok etkilendim.
26 Aralık 2004’te meydana gelen Tsunami felâketinde binlerce insanlarını kaybetmelerine rağmen, Açe halkı imanları sayesinde ayakta kalabilmiş.
Açelilerin çoğu bu iman sayesinde ayakta kalmış. Öyle ki, Batılılar ve ABD bölgeye ilk haftalarda bol miktarda psikolog ve psikiyatr göndermiş. Fakat o da nesi? Bunca felaketi yaşayan bu insanların halet-i ruhiyesi sapasağlam. Gelen psikologlara pek iş düşmemiş. Hatta onları rehabilite etmek için gelen psikologlardan bazıları, gördükleri manzara karşısında psikolojik tedaviye muhtaç olmuşlar.
Bu durum karşısında, ülkeler uzmanlarını geri çağırmış ve yerlerine sosyolog göndermişler: “Gidin de bu travmayı kendi başlarına nasıl atlattıklarını öğrenip bize bildirin.” diye.
“İman, en büyük imkandır” diye bitiriyor Mustafa İslamoğlu yazısını.
Rahmetli Onk.Dr. Haluk Nurbaki Hoca “Namazın Sırları” isimli kitabında, “Gün gelecek doktorlar reçetelerine abdest ve namazı yazacaklar.” sözünü ilk okuduğumda çok hoşuma gitmişti.
Abdest ve namazın sadece bir ibadet olmadığından, fiziksel ve psikolojik açıdan insanı dengede tutan çok önemli bir tedavi metodu olduğundan bahsediyordu.
Hayatın zorlukları karşısında sıyırmamak için sığının!
Sait Çamlıca
Eğitimci-Yazar