Anadolu’nun küçük bir ilçesinde geçti öğrencilik yıllarımız. Ortaokul ve lise yıllarını birlikte okuduğumuz arkadaşların bir kısmıyla üniversite yıllarından sonra da zaman zaman bir araya gelip görüşüyoruz hala.
Üniversiteden yeni mezun olduğum yıllarda memlekette bir çay bahçesinde okul arkadaşlarıyla bir arada oturmuş, okul hatıralarımızı, yaramazlıklarımızı, pişmanlıklarımızı, mutluluk ve hüzünlerimizi çay muhabbetine karıştırıp sohbet ediyorduk.
Hangimizin nasıl dayak yediği, hangi öğretmeni nasıl kızdırdığımızı, okul idaresiyle yaşadığımız sıkıntıları birbirimize tekrar anlatıp muhabbet ediyorduk. Tam o sırada çay bahçesinin giriş kapısından içeriye, hepimizin de okuldan hocası olan bir öğretmenimiz, yanında birkaç kişiyle beraber girdi. Yanımızdan geçerken selamlaşıp hâl hatır sorma niyetiyle birkaç arkadaş hareketlendiğinde, hocamız şöyle bir baktı bizim tarafımıza ve hiç selam vermeden uzaklaştı.
Okul yıllarında aranızın çok iyi olmadığı bir öğretmen bile olsa, öğretmeninize karşı saygınızı kolay kolay kaybetmiyorsunuz aslında. Yanımızdan selamsız geçince hepimiz bir anda sustuk. “Görmemiştir belki?” diye kimse düşünmedi. Çünkü okul yıllarında da soğuk davranırdı bize. Selamı bile kesecek kadar büyük bir problemi hiçbir öğretmenimizle yaşamamıştık.
Birlikte oturduğumuz arkadaşların önemli bir kısmı öğretmen olduğu için, konumuz kendi öğrenciliğimizden çıktı, öğretmenliği konuşmaya başladık.
Anadolu’nun il veya ilçelerinde görev yapan öğretmenler, özellikle kendi memleketlerinde görev yapıyorlarsa, emekli oluncaya kadar orada kalırlar. On beş yirmi yıl aynı yerde görev yapıp emekli olan öğretmen sayısı çoktur. Bu kadar uzun yıllar aynı yerde görev yapan öğretmenler, o bölgede herkes tarafından tanınır. Etraflarında büyük bir insan kitlesi oluşur. Her yıl yüzlerce yeni öğrenci ile tanışırken, bir o kadar öğrenciyi de mezun ederler. Mezun ettikleri öğrencilerin bir kısmı şehir dışına okumaya veya çalışmaya giderken, önemli bir kısmı da aynı şehirde evlenip iş güç sahibi oluyor.
Etrafında, her yıl biraz daha büyüyen, bir sevgi çemberi oluşturmak için “öğretmenlik” çok büyük bir fırsattır aslında.
Mahallesindeki komşusundan çarşıdaki esnafa, dolmuştaki şoförden bankadaki memura kadar, birçok öğrencisi olan bir öğretmen, her gittiği yerde sevgi ve saygıyla karşılanma fırsatına sahip oluyor.
Sevgi ve saygının bir yansıma olduğunu unutmamak gerek. Sizden çıkar, karşınızdaki insandan tekrar size döner.
Sevgi ve saygı tohumlarını elimizde yetki varken, yani onlar bizim öğrencimizken ekeriz. Ektiğimiz tohumlar zamanla filizlenir.
Sokakta ya da mahallenizde yürürken, alışveriş yaparken eski öğrencilerinizle karşılaşmak, onlara hâl hatır sormak, dualarını almak, sizi gördüklerinde saygı duyduklarını hissetmek, gözlerinde “emeklerinizden dolayı size teşekkür ederim!” cümlesini okumak kadar güzel bir ödül var mı öğretmenler için?
“Emekleriniz için teşekkür ederim hocam!” cümlesini öğrencinizin gözlerinden okuyabiliyor, ya da sözlerinde duyabiliyorsanız ve bu sözler yorgunluğunuzu gideriyorsa, doğru mesleği seçmişsiniz demektir.
Yıllardır İstanbul gibi kalabalık bir şehirde öğretmenlik yapmama rağmen, zaman zaman otobüs, dolmuş veya vapurda rastlayan öğrencilerimin tebessüm ederek yanıma yaklaşmaları ve hal-hatır sormaları beni fazlasıyla mutlu etmiştir.
O gün çay bahçesinde bizi görmezlikten gelen öğret-menimiz yanımızdan uzaklaşınca arkadaşlarla bunları konuştuk.
“Yazık!” dedi bir arkadaş. “Keşke okuldayken de şimdi de bu kadar soğuk davranmasaydı bizlere. Eline ne geçti ki?”
İnternette dolaşırken “Seni unutmadım Öğretmenim!” başlıklı bir yazıyı okuyunca yukarıda anlattığım olay aklıma geldi.
“Manevi babam ve canım öğretmenim Hüsnü Coşkun’un aziz hatırasına” diye başlamış Ali ÇAM Bey, “Seni unutmadım Öğretmenim” başlığını verdiği yazısına.
Seni Unutmadım Öğretmenim
1996 senesinde Kahramanmaraş’a tayinim çıkmıştı. Mevsim şeridi olarak kullanmak üzere kartonlara çocuklarla birlikte resimler yapmış ve bir de güzel boyamıştım. Benim de çocukların da emeğimiz vardı. Doğrusu çok da güzel olmuştu.
O heyecanla kartonları aldığım gibi şehre geldim. Bir camcıya bu kartonları camlattıracağımı söyledim. Camcının yanında oturan ve arkası bana dönük olan yaşlı, beyaz saçlı bir adam kartonları aldı ve iyice incelemeye başladı. Uzunca bir süre inceledikten sonra;
“Görüyor musun Ahmet?” dedi camcıya. “Şimdiki öğret-menler bir başka oluyor. Ne güzel emek vermiş.”
Ses bana çok tanıdık gelmişti. Yatılı okulda minicik bir çocukken ve bir duvarın dibine oturup içli içli ağlarken; “Ağlama yavrum, ben baban sayılırım senin, benim çocuklarım da kardeşlerin” diyen sesti. Bir cuma günü sınıfın penceresinden dışarıya bakarken yanıma gelip “Gel seninle Cuma namazına gidelim” diyen sesti. Ömrümde ilk defa lahmacun yemiştim Cuma namazından sonra. Dönüşte “dolmuşa binelim mi?” diye
Sorduğunda “hayır yürüyelim öğretmenim” diye cevap vermiştim. Ellerimi tutuyordu çünkü öğretmenim. Sekiz yaşında bir çocuk için ne büyük bir mutluluktu öğretmeninin ellerini tutması.
Tabağımdaki bezelyeleri bitirmediğim için beni tokatlayan o gaddar öğretmenin ellerini tutan “ne yapıyorsun benim çocuğuma?” diye haykıran bu sesi nasıl unuturdum?
Omzuna hafifçe dokundum. “Öğretmenim, elinizi öpeyim” dedim. İyice baktı bana… Cebinden gözlüğünü çıkarıp biraz daha dikkatlice baktı. “Sen Ali misin?” dedi.
Ellerine sarıldım. Rahmetli babamın ellerini öper gibi öptüm. Yanaklarıma koca koca iki öpücük kondurdu. Ağlıyordu. Beni yanına oturttu. Cuma namazı dönüşü olduğu gibi yine ellerimi tuttu. Uzun uzun konuştuk, dertleştik…
Ve bir gün… Bir inşaat da duvara yaslanmış vaziyette cesedi bulundu öğretmenimin.
Mekânın cennet olsun öğretmenim… Hakkını helâl et…
Öğrencisinin ellerinden tutarak onun sadece ellerini ısıtmamış Hüsnü Hoca. Yüreğini de ısıtmış! Öğrencisinin ellerine dokunarak onun hayatına dokunmuş.
Kim bilir meslek hayatı boyunca ne kadar çok sıkıntılar yaşamıştır.
Mezarda bile olsa dua almaya devam ediyor, ısıttığı o küçük eller sayesinde.
Mekânın Cennet olsun!
Sait Çamlıca
Eğitimci-Yazar