Göreve ilk kez başlayacak olmanın sevinci, heyecanı ve mutluluğu içinde; atamamın yapıldığı Orta Anadolu’nun bakımsız bir kasabasına vardım. Kasaba yıkık, virane haliyle savaştan artakalan bir görünüm veriyordu. Bu bakımsız Anadolu kasabasında, şirin görünen tek şey vardı. O da okuluydu.
Okula vardım. Öğretmenler odasına girdim. Odada üç öğretmen sohbet ediyordu. Kendimi tanıttım. Bu sırada müdür bey damladı. Tanıştık. Elindeki birkaç evrakı imzalattıktan sonra, ders programını verdi. Başarı dilekleriyle odadan ayrıldı.
Odanın bir köşesinde günlük gazetelere göz gezdiren Hasan Hoca: “Vallahi ne iyi ettiniz de buraya geldiniz. Burada tam üç yıldır çalışıyorum. Hiç Türkçe öğretmeni gelmedi. Bu arada işler bize kaldı” dedi.
Bir başka öğretmen arkadaş: “Öğretmenim ilk dersiniz hangi sınıfa?” diye sordu.
Ders programına baktım: “Sekizinci sınıflara” diye cevap verdim.
Odada bulunan arkadaşlar arasında gülüşmeler başladı. Bir anda yüzüm kızardı. Ateşim yükseldi. Ne söyleyeceğimi şaşırdım. Fen Bilgisi Öğretmeni Sabri Bey: “Öğretmenim, sizde de amma şans varmış!” diye hayıflandı.
“Ne oldu ki?” dedim.
“Daha ne olacak? Okulun en haylaz sınıfı. Bir öğrenci yüzünden o sınıfta ders işlenmiyor” cevabını verdi.
“Kim bu öğrenci?”
“Kim olacak? Bacaksızın teki! Boyu küçük; ama yaramazlığı büyük.”
Söylenen sözler bir anda alt üst etti duygularımı. Az önce ününü duyduğum öğrenciyi bir an önce görmek, tanımak istiyordum. Derse giriş zili çalmaya başladı. Sert adımlarla içeri girdim. Bütün öğrenciler ayaktaydı. Oturabilirsiniz, dedim. Ürkek gözlerle bana bakıyorlardı… Kendimi tanıttım. Sırayla kendilerini tanıtmalarını istedim. Çoğu öğrenci kendini ailesini anlatacak fazla bir şey bulamıyor; buğday tarlalarını, verimsiz topraklarını, kerpiç evlerini anlatıyordu. Sıranın bacaksız Ahmet’e geldiğini gülüşmeler başlayınca anladım. Saçları dağınık, dişleri dökük, üstü başı perişan, cılız, kısa boylu; fakat bir o kadar da kabadayı hali vardı. Bacaksız Ahmet’i baştan aşağıya süzdüm. Gözlerine baktım. Yüzündeki ifadeyi anlamaya çalıştım. Aklımdan bu meşhur öğrenci ile ilgili birçok düşünce geçti.
Bacaksız Ahmet’e ailesini sordum. Nasıl bir evde yaşadıklarını anlattı. Babasının işini söyledi. Sonra gözleri bulutlandı. Yatalak annesini anlattı. Ağlayacaktı, vazgeçti. Bacaksız Ahmet ağlamazdı çünkü. Ağlatırdı. Ağlayamazdı o. Başkalarını ağlatır; o gülerdi hep. Ama içi kan ağlıyordu Ahmet’in. Uzun süre dinlemiştim bacaksız Ahmet’i. Anlattıkça anlatıyordu. İnsanın bu kadar sorunu varken bir de dersle mi uğraşacaktı? Gözlerine baktım Ahmet’in; Kabadayılık benim neyime diyordu. Yaramazlık benim neyime… Küçük yaşta büyük sorumluluk taşımak kolay mı?
Anlamıştım bacaksızı. Buğdaya, ekmeğe muhtaçtı. Oturulur bir eve, sağlıklı bir anaya, işi gücü olan bir babaya muhtaçtı. O cılız vücudunu gizleyecek bir urbaya, minik ayaklarını ısıtacak bir çoraba, parçalanmamış bir lastik ayakkabıya muhtaçtı. Ama öğretmen ve arkadaşlarının sadece anlayışlarına, sevgilerine muhtaçtı Bacaksız Ahmet.
Karşımda başı okşanacak, derdi dinlenecek, sevgiye susamış bir Bacaksız Ahmet vardı. Sevimli mi sevimli bir çocuk vardı. Susuzluktan boy atmamış, atamamış, yeşerememiş bir fidan vardı! Hiç kıstırma tatmamış, cılız, gözleri dolu bir insan yavrusu vardı!
O yörede “kıstırma” derler bisküvi arası lokuma. Bacaksız Ahmet’e kıstırma getirdim. Bir kıstırmanın, bir çocuğu bu kadar heyecanlandıracağını, sevindireceğini hiç düşünmemiştim. “Kıstırmaysa kolay” diyordum içimden. Her gün alırım. Ama o kıstırma değil diyordu içinden. “Ben günlerce aç kaldım. Soğuk odalarda yattım. Beni ısıtacak, beni doyuracak sevgidir” diyordu Bacaksız Ahmet.
Ders bitince öğretmenler odasına gittim. Bacaksız Ahmet’in söyledikleri kulaklarımda çınlıyordu. Hizmetli Mehmet Efendi’nin getirdiği çayı yudumlamakta güçlük çekiyordum. Sabri Bey bana bakarak seslendi;
“Öğretmenim bakıyorum da siz de memnun değilsiniz.”
“Hayır, çok, hem de çok memnunum.”
“Allah Allah! Bizimle dalga geçmiyorsunuzdur inşallah.”
“Hiç öyle şey olur mu?”
Sabri Bey başını sağa sola sallayarak bir kez daha yüzüme baktı. Ses vermedi. Dersimin bulunduğu sınıflara girerek programda yer alan konuları işledik.
Akşamleyin yatağıma uzandığımda “Acımasız hayat, bizim Bacaksız Ahmet’e sevgiyi çok görmüş” diyordum. İkinci gün ilk işim sevgi temasını, konusunu işleyen parçalara ağırlık veren çalışma programı hazırlamak, Bacaksız Ahmet’in ihtiyaçlarını almak oldu.
Ertesi gün okula vardığımda Bacaksızı tanımakta güçlük çektim. Yeni urbası, mini mini potinleri kendisine ne kadar yakışmıştı.
Yarayı görünce, merhem sürmek zor olmamıştı. Her gün sevgi bahçemden su verip Bacaksız Ahmet’i iyileştiriyordum. Ders aralarında okulun bahçesinde oyun oynayan öğrenciler, beni de aralarında görmek istiyorlardı. Çocukluk günlerime dönerek kayboluyordum aralarında.
Yine bir gün dersimizde “Sevginin Gücü” konusunu işleyen bir olay yazısı üzerinde duruyorduk. Olayı öğrencilerle birlikte özetledik: Olay bir güz mevsiminde Toros Dağları’nın eteklerinde olan Davras Yaylası’nda geçiyordu.
Çobanın davar sürüsüne kurtlar saldırıyor. Kurtlarla karabaş arasında boğuşma başlıyor. Gerçi Karabaş kurtları kovalıyor ama vücudunun birçok yerinde derin yaralar açılıyor. Karabaş’ı kasabadaki veterinere götürüyorlar. Veteriner Karabaş’ın yaralarını sarıyor. İğne ve ilaç veriyor. Fakat yaşama şansının çok az olduğunu söylüyor. Karabaş Davras’a getiriliyor. Çoban Hüseyin’in minik sevimli kızı, Karabaş’ı kuzu zannedip, “sen ne tatlı ne sevimli kuzusun, gel bir seveyim seni” diyerek sabah akşam Karabaş’ın başını okşuyor. Yaşamasından ümit kesilen Karabaş, tekrar hayata dönüyor. Karabaş’ı hayata dön-düren minik kızın sevgisi.
Sevginin ne olduğunu kavramıştı bütün öğrenciler. Her öğrenci sevgiyle ilgili günlük hayatından örnekler vermek istiyordu. Sözü Fatma’ya verdim:
“Öğretmenim bizim evde kedimiz var. Ben onu okşayınca kucağıma yatıyor.”
Birkaç öğrenci daha kendi hayatlarından örnekler verdi.
“Çocuklar! Anlaşıldığı gibi sevgi gönülleri okşayan bir çağlayan, sıcak bir kucak, ılık bir esinti… Tipiyi, soğuğu durduran bir sıcaklıktır sevgi.
Çocuklar! Unutmayınız ki başarının, barışın, mutluluğun bulunduğu her yerde sevgi vardır.” Sıralardan sesler geliyordu:
“Öğretmenim seni seviyorum. Ben de seviyorum.”
Öğrencilerle sevgi yumağı oluşturmuştuk. Başarımız her geçen gün artıyordu. Oluşturulan sevgi yumağı, ortaya çıkartılan başarı bizim Sabri Hoca’yı etkilemiş olacak ki:
“Vallahi öğretmenim, ben hep öğrencileri suçlu görmüştüm; oysa ortada bir suçlu varsa o da benim, benim gibi düşünenler” diyordu.
Nihayet susuzluktan ney gibi inleyen, yıllarca üzerinde yeşili, yeşilliği göremediğimiz çıplak Göksu kasabası, artık okul bahçesinde açan kır çiçekleriyle bezenmişti.
Öğretim yılının sonuna gelindi. Son sınıf öğrencilerinin hepsi mezun olmuştu. Mezunlar arasında Bacaksız Ahmet de vardı.
Bacaksız Ahmet, diğer öğretim yılında ilçede bulunan liseye başladı. Bir akrabasının yanında kalıyordu. Ahmet’in durumunu öğrenmek için okuluna birkaç kez gittim. Öğretmen-leri her yönden Bacaksız Ahmet’ten memnun olduklarını söylediler. Ahmet her ziyaretimde elime sarılıp:
“Öğretmenim, öpmek istiyorum elinizi” derdi.
Bende “Şimdi olmaz. Zamanı gelince öpersin” derdim.
Bu sırada tayinimi eş durumundan İstanbul’a yaptırdım. İstanbul’da göreve başladıktan sonra Bacaksız Ahmet’le mektuplaştık birkaç kez. Son aldığım mektupta lise sona devam ettiğini bildiriyordu. Yatalak annesini yataktan kurtarmak, insanların dinmeyen sızılarını dindirmek için doktor olmak istediğini yazıyordu. Ne olduysa o günden sonra mektup alamadım kendisinden.
Su gibi akıp gidiyordu yıllar. Bir gün, Sultanahmet’te açılan kitap fuarını gezip dolaşmak için Eminönü’nden tramvaya bindim. Tramvay Sirkeci’ye geldiğinde ayakta duran çantalı bir gencin bana dikkatle baktığını gördüm. Ben de ona bakmaya başladım. Yaklaştı bana:
“Özür dilerim beyefendi, siz öğretmen misiniz?”
“Evet.”
“Göksu’da çalıştınız mı?”
Göksu deyince ona dikkatle baktım. Sesi hiç yabancı değildi. Bacaksız Ahmet’in sesine benziyordu.
“Ahmet sen misin?”
“Evet, öğretmenim ben Bacaksız Ahmet.
Ahmet’le ayaküstü öpüştük. İstanbul Haseki Devlet Hastanesi’nde uzman dâhiliye doktoru olarak çalıştığını söyledi. O an hayatımın en mutlu gününü yaşıyordum. Tramvay Sultanahmet’e geldi, fakat inmek istemiyordum. İnmem gerekiyordu ama. İnerken bana kartını uzattı.
“Öğretmenim! Bekliyorum” dedi.
Bir anda duygularım altüst olmuştu. Fuarda dolaştığımın farkında bile değildim. Birçok kitap almak için geldiğim fuardan iki kitapla eve döndüm. Aradan on altı yıl geçmişti. Ona son bir ders vermenin zamanı gelmişti. Bu duygular içerisinde bir hafta geçmeden kendimi Haseki Devlet Hastanesinde buldum. Danışmaya kartı uzatarak Doktor Ahmet’le görüşmek istediğimi söyledim. Beş dakika geçmeden Doktor Ahmet beni gördü karşısında. Birbirimize sarıldık. Odasına çıktık. Hoş bir sohbete başladık. Kahvelerimizi yudumlarken “Öğretmenim sen burada otur, hastalarım beni bekliyor az sonra gelirim” der gibi bir davranış içine girdi. O masum gözünde bir şeyler ararken, getirdiğim kıstırmayı masanın üzerine koydum. Başını kaldırınca kıstırmayı görür görmez:
“Öğretmenim! Canım öğretmenim” diyerek gözyaşlarına boğuldu. Kendisine doğru elimi uzatarak:
“Şimdi öpebilirsin elimi!” dedim.
Göz pınarlarından akan yaşlarla elimi öptü öptü öptü… Elimi kurtarır kurtarmaz, iki elimle eğik başını gök kubbeye doğru kaldırarak alnından öptüm. Gözyaşlarıyla doldurduğumuz o küçük odadan ayrılırken:
“Öğretmenim bir isteğin var mı?” diye sorunca,
“Olmaz mı? Olmaz mı Doktor Ahmet!” diyerek kapının eşiğinden kendisine son bir kez bakıp:
“Doktor Ahmet! Hastalarına yazacağın her reçetede, sevgi ilacını eksik eyleme! Unutma ki sevgi en etkili ilaçtır.
Bacaksız Ahmet’i, Doktor Ahmet Bey yapan; sevginin gücüydü. Bunu Ahmet’te biliyordu.
*Üsküdar Belediyesinin İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ile birlikte düzenlemiş olduğu Öğretmen hatıraları yarışmasında birinci seçilen Mustafa ÇETİN Bey’in hatırasıdır.
ÖĞRETMENİN GÜNLÜĞÜ-Yaşanmış Eğitim Öyküleri
Üsküdar Belediyesi Yayınları (2004)
Sait Çamlıca
Eğitimci-Yazar