Bilgisayarımın başına oturdum. Günün yorgunluğu üzerimde olmasına rağmen, yeni kitap çalışmam için notlarımı bilgisayara geçirmeden önce maillerimi kontrol etmek istedim. “Annem sana öyle hasretim ki…” diye başlayan cümleyi okuyunca, uzun uzun yazılmış e-postaya kilitlendim. Her satırında bir yürek yarası gizliydi sanki. Yüreğinden akan kanı mürekkep yapmış, duygularını kâğıda dökmüş gibi geldi bana.
Bir kız çocuğunun annesine yalvarırcasına yazdığı mektubu aktaracağım size. Mine’nin yalnızlık çukurundan feryadı gibi geldi bana. Çok iyi biliyorum ki yazılmamış, yazılamamış o kadar acılar var ki ailelerde. Bu, onlardan sadece bir tanesi…
“Anne duy beni…!”
Annem sana öyle hasretim ki bunu anlatamam, seni canımdan çok seviyorum… Ama sen bende nasıl duvarlar ördün ki yanımda iken bile sana hasretim…
O kadar büyük yaralarım var ki annem, bunları hissetmiyor musun?
Ben senden bir parçayım annem… Sen taşıdın beni karnında… Annelerin çocukları acı çektiğinde hissettiklerini söylediler, onlar anlarlar dediler… Ama sen beni hissetmiyorsun?
Ama bu içimdeki yaralarım senden anne…
Duy anne! Sana o kadar çok sessiz çığlıklar attım ki, beni tekrar hissetmen için annem… O kadar çok caba sarf ettim ki…
Dil yarası derlerdi… O nedir derdim… Senin bende açtığın yaralar ile öğrendim annem dil yarasını ne olduğunu… Her gün durmadan kanayan yara imiş… Hiç kimsenin çare olamayacağı merhem olamayacağı bir yara imiş dil yarası…
Ama annem şu gözyaşlarımı bir gün sen sil annem sen… Hep yüzüm gülüyor gözüküyor hep… Ama içime akıtıyorum gözyaşlarımı… Bu daha çok acıtıyor canımı annem… Bir de sen sil gözyaşlarımı… Belki daha ağlamam… Senin hasretinden akıyor bütün bu gözyaşlarım…
Ama sen hep benim yerime başkalarını sevdin… Başka çocukları göstererek beni benden ettin annem…
Çok konuşmak istedim seninle annem… Ama olmadı işte, yapamadık seninle annem konuşamadık…
Senin yanında sana hasretim annem…
En güzel yaşlarımı, en güzel hayallerimi aldın ama olsun sana her şey feda olsun… Beni dokuz ay karnında taşımışsın… Buna saygım vardır ama annem SENİ ÇOK AMA ÇOK SEVİYORUM VE O KADAR ÇOK
HASRETİMSİN’Kİ bir gün inşallah senle arkadaş olmayı becerebiliriz…
Beni tanımayı isteyeceğini zannediyorum ve bunun için her gün yalvarıyorum annem… Her gece yalvarıyorum Allah’ıma senin beni hissedeceğin günü sabırsızlıkla bekliyorum…
“Anne duy beni” diye başlıyor mektup. Kim bilir belki de bu satırları kaleme alırken annesi yan odada dizi izliyordu. Aynı ev içinde yalnız yaşayan insanlar olduk.
Yanınızda olduğu halde bir insanı özlüyorsanız ya o insana aşıksınız ya da aranızda duvarlar örülmüş. Anne ile kız arasında niçin duvar örülür ki?
Bıçak kemiğe dayanmadan çığlık atmaz insan.
Yalnızlık öylesine bir çukurdur ki insana çığlık attırır.
Farkında mısınız yan odada oturan annesiyle konuşabilmek için Allah’a yalvarıyor.
Televizyon hastası olmuş tüm anneler; Elinizde TV kumandası kanallar arasında dolaşırken, ara sıra yan odada oturan ve ağlayan kızınıza da uğrayın! Takip ettiğiniz dizinin devamını merak ettiğiniz kadar kızınızın odasında kara kara neyi düşündüğünü de merak edin.
Bu maili okurken bir ilkokul öğrencisinin öğretmenine yazdığı mektup geldi aklıma. Mektubunun bir yerinde ilkokul öğrencisi “Benim annem Televizyonun kumandasını elinde tuttuğu kadar benim ellerimden tutmuyor hocam!” diyor.
“Televizyon yüzünden aile içinde sohbet bile edemez olduk!” demiştim bir sınıfta öğrencilerime. Kız öğrencilerimden bir tanesi parmak kaldırdı ve “Hocam! Geçen akşam evde elektrikler kesildi. Annem, babam ve kardeşlerim oturduk iki saat sohbet ettik. Hem de mum ışığında. Ben o zaman fark ettim annemi babamı ve onlarla sohbet etmeyi ne kadar özlediğimi” dedi.
Aynı evde birbirine hasret yaşayan, birbiriyle konuşmayan, birbirleriyle sohbet etmeyen insanlar olduk.
Sonra bu çocuklar bizi anlamıyor diye şikâyet ediyoruz.
Anneliği doğurmak, babalığı doyurmak zanneden bir toplum haline nasıl geldik diye hepimizin düşünmesi lazım.
Annelik çocuğu doğurmak değil, sevgiyle doyurmaktır.
Sait Çamlıca
Eğitimci – Yazar