Ray Kurzweil gibi fütürist yazarların, ölümsüzlüğü bulma umutlarının var olmasının en önemli sebebi, teknoloji geliştikçe insan ömrünün uzuyor olmasıdır. 18. yüzyılda dünyada yaşam ortalaması 40 yaşın altındayken bu rakam sağlık alanında yaşanan gelişmelerle iki kat kadar yükselerek 80 yaş civarına yükseldi. Sağlık alanında teknolojik yatırımların olmadığı Afrika gibi ülkelerde halen yaşam ortalaması 40’ın altındadır.
Eski Mısır döneminde yaşam ortalaması 25 yaş civarındayken, 15. yüzyılda 30 yaş civarı bir ömür yaşanabiliyormuş. Avrupa ve Amerika’da 1800’lü yıllarda yaşam ortalaması 37 iken, 1900’lü yıllarda 48, 2000’li yılların başında 78 yıllık bir yaşam ortalaması ortaya çıktı.
2018 yılında Türkiye’nin yaşam ortalaması 78 olarak açıklandı. 1960’lı yıllarda Türkiye’de yaşam ortalaması 50 yaş civarındayken, 1990’larda bu rakam 60’a çıktı. Son yıllarda sağlık alanında ülkemizde yapılan yatırımlar sayesinde 80’e yaklaşan bir ömür ortalamasına yükseldik.
Sağlık alanında yaşanan gelişmeler bu hızla giderse, insan ömrünün yakın bir gelecekte 150 yıla çıkacağını hesaplayanlar, bu hesabın devamında önce 500 yıl sonra ölümsüzlüğü bulabileceklerini iddia ediyorlar. Allah Kur’an’da “Her nefis ölümü tadacaktır” derken, ölmek istemeyen bilim adamları ölümsüzlüğü bulacaklarını iddia ediyorlar. Sizce kim haklı çıkar?
Yapay Kalp
İnsan kalbini sadece bir et parçasından ibaret görüp, kan temizleyen ve kan pompalayan bir alet gibi düşünen Batılı bilim adamları, kalp naklinin hatta insan tarafından yapılmaya çalışılan yapay kalplerin, doğuştan vücudu-muzda bulunan kalpten daha sağlıklı olacağına inanıyorlar. 2030’lu yıllarda insan tarafından yapılmış organlarımızın, doğuştan getirdiğimiz organlardan daha çok olacağını, başka bir ifadeyle yarı insan yarı robot canlılar olacağımızı iddia ediyor Ray Kurzweil. Yarısı makine olan bu tür, insan olarak kabul edilecek mi? Bu ve benzeri soruların cevaplarını vermek zor.
Hüznüme Dokunmayın!
“Bilim kötü anıları silecek ilaç bulmuş” haberi dikkatimi çekmişti. Amsterdam Üniversitesi’nde yapılan birçok deney sonrası, geçmişimizde yaşadığımız hüzünleri yok edecek bir ilacı bulmuş bilim adamları!
Mutluluk hapları pazarladılar yıllarca. İlaçla mutlu olamayınca, acıları yok edecek, unutturacak bir ilaç bulduklarını iddia etmeye başladılar. Bataklıkta çırpınan, çırpındıkça daha derinlere batan bir insan gibi davranıyorlar. Bu kafa ile devam ederlerse, dibe vurmaları yakındır.
Dünyada üretilen silahların neredeyse tamamını Batı üretiyor. Dünyada akıtılan kanın, çıkartılan savaşların neredeyse tamamını, ya bizzat kendileri veya uşakları vasıtasıyla çıkartıyor. Askerlerini öldürme makinesine dönüştürüyor. İnsan kanı emen vampirler ordusu kuruyor. Çocuk, kadın, genç, yaşlı demeden kan döken, yüzlerce insana tecavüz eden, insan çığlıklarına rağmen vicdanı sızlamayan askerler yetiştiriyor. Fıtratta var olan vicdanları yüzünden psikolojileri bozulan askerlerini düzeltmek ve savaş anılarını unutturmak için yeni bir ilaç pazarlamaya çalışıyor.
Hastahane ve Şifahane
Şifahane kelimesi Batı medeniyetinin literatüründe var mı bilmiyorum? Şifahane bizim medeniyetimizin kullandığı bir kavramdır. Son zamanlarda okuduğum bir yazıdan zihnimde kalmıştı bu karşılaştırma. “Batı medeniyeti hastahane kurmayı öğretti insanlara, bizim medeniyetimiz şifa-hane kuran bir medeniyettir.” Herkes aradığını buluyor. Hasta arayan hastalık bulur, bulamazsa hastalık üretir. Doğu medeniyeti, şifa aradığı için şifa bulmuştur.
Ne Batı medeniyetinin ürettiği (bazen uydurduğu) hastalıklar yeterince araştırılıyor, ne de Doğu medeniyetinin ürettiği şifalar yeterince insanlığa sunulabiliyor. Doğal tedavi yöntemlerine yönelişin artması, bu arayışın bir sonucudur aslında.
Sağlık Kapitalizmi
Kapitalizm, daha çok para kazanmak ve ürün satmak için şeytana pabucunu ters giydirecek yöntemler geliştirir. Önce insanları şişmanlatan ürünler satarlar, sonra zayıflama ürünü satmak için proje yaparlar. Bunu yapanlar, bir zamanlar ülkemizde çok gündeme gelen sahte bal satan sahtekârlardan daha alçak ve daha profesyonel yöntemler kullanırlar. Yedikçe daha çok acıktıran yiyecekleri de geliştiriyorlar, yedikçe zayıflattığını iddia ettikleri ürünleri de pazarlıyorlar. Bağımsız kuruluşlar ciddî araştırmalar yapsa, marketlerde satın aldığımız ürünlerin önemli bir kısmının üzerine sigara paketlerine konulan uyarı resimleri gibi resimler konulmak zorunda kalınır.
Adamın Biri Doktora Gitmiş!
“Adamın Biri Doktora Gitmiş. Gidiş O Gidiş!” isimli kitap, modern tıbbın içinde bulunduğu durumu eleştirel ve eğlenceli biçimde ele alan kitaplardan birisidir. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden emekli olduktan sonra üniversiteden ayrılarak özel muayenehanesinde çalışmaya başlayan Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, modern tıp eleştirisi olarak tanımladığı bir kitap yazdı.
“Bir, İki, Üç! Tıp” “Bu Bölüm İlaç Sapıklarına İthaf Edilmiştir” “Bitkisel Tuzaklar” gibi kitaplar yazan Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, kitabı yazmaktaki amacını “Bağcı dövmek değil, üzüm yemek” olarak tanımladı.
İnsanların modern tıp sayesinde rahat, sağlıklı ve uzun bir ömür sürdüklerini, bunun görmezden gelinmesi ve inkârının mümkün olmadığını söyleyen Küçükusta, ‘Otuz senelik hekimim. Hastalarımın teşhislerini de modern tıp bilgilerinden, teknolojisinden ve imkânlarından faydalanarak koyuyorum. Bugün milyonlarca insan modern tıbbın aşıları, antibiyotikleri, ensülini, heparini, kortizonu, aspirini sayesinde, milyonlarcası zamanında, doğru teknikle yapılan modern cerrahi girişimler sayesinde hayattalar. İnsanlar modern tıp sayesinde rahat nefes alıyorlar, acı çekmiyorlar’ dediği ön sözde madalyonun öteki yüzünü de gözler önüne serdi.
Modern tıbbın mutlaka düzeltilmesi gereken yanlışları, olumsuzlukları ve pek çok günahları olduğunu söyleyen Küçükusta, “Modern tıp ilaç endüstrisinin esiri olmuş durumda. Neredeyse tüm kongreler, sempozyumlar, seminerler onların mali katkıları ile yapılıyor. Tıbbi araştırmalar onların sponsorluğunda gerçekleştirilebiliyor. Tıp dergileri onların verdikleri reklâmlar sayesinde yayımlanabiliyor. Tıp dernekleri onların yardımları, destekleri sayesinde ayakta durabiliyor” diyerek gözlemlerini kitabına aktardı.
Prof. Dr. Küçükusta, modern tıbbın ve ilaç firmalarının emrine girmiş doktorların sinsi tuzaklarına düşmek istemeyenler için eğlenceli bir rehber olarak tanımladığı kitabının sonunda şöyle diyor: “Gereksiz ameliyatlar yapan, ezbere eğitimle öğrencilerin hevesini de bilgisini de söndüren, insanları ömür boyu ilaca bağlayan, ilaç yazma performanslarına göre Dubai tatili kazanan doktorlarla tanıştıkça yıkıldık ve üzüldük. Güvenimiz sarsıldı ama ilişkimiz devam ediyor. Bebeğimiz hastalanınca, dedemizin tansiyonu yükselince kime gideceğiz? Gene onlara… Yanlışlarından, günahlarından, eksiklerinden kurtulmuş iftihar edeceğimiz modern tıbba kavuşacağımıza inancım sonsuz. ‘Adamın biri doktora gitmiş… iyi ki gitmiş’ diyeceğimiz günlerin uzakta olmadığına yürekten inanıyorum.”
Hayalet Yazarlar
“Psikolojik Tehlike” ve “Algı Yönetimi ve Manipülasyon” kitaplarının yazarı Mücahit Gültekin sağlık sektörünün nasıl çalıştığına dair yazılar yazan akademisyenlerimizden birisidir. “Algı Yönetimi ve Manipülasyon” adlı kitap çalışmasında konuya dair yazdıkları, özellikle hasta olan insanın sektör karşısında nasıl bir çembere alındığını ve çaresiz olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
7 Aralık 2003 tarihinde İngiliz Observer gazetesinde yayımlanan bir makale bugüne kadar pek duyulmamış bir skandaldan bahsediyordu. Antony Barnett’in kaleme aldığı yazı “Hayalet Yazarlar” şeklinde isimlendiren skandalın ayrıntılarını aktarıyor (Öngel 2003).
David Healy ismindeki bir psikiyatristin ortaya çıkardığı “hayalet yazarlar skandalı” hakemlerin üzerindeki hâkim paradigmayı belirleyen güçlerin kimler olduğu ve bu dergilerin ne kadar bilimsel olduğu hakkında çok sarsıcı bilgiler veriyor.
Skandal şöyle patlak veriyor: Psikiyatrik ilaçlar üreten firmalar, yeni ilaçlar üretip satabilmek için önce yeni hastalıklar üretiyor ya da yeni üretilen bir ilacın etkililiğine ilişkin bir makale yazıyorlar. Dikkat edin, makaleyi ilaç firması kendisi yazıyor. Sonra alanında uzman bir ismi arayarak, ciddî miktarda bir para karşılığında bu yazının onun ismiyle yayımlanmasını teklif ediyorlar. Uzman kabul ettiği takdirde makale saygın bir dergide alanında uzman kişinin etiketiyle yayımlanıyor ve dünyadaki pek çok uzmanın eline ulaşıyor. Derginin ve uzmanın saygınlığına ilişkin şüphe duymayan uzmanlar makalede yazılan bilgileri kendi lisans ve lisansüstü öğrencilerine ulaştırıyor. Oradan da bu bilgiler halka taşınıyor.
Yapılan araştırmalar tek skandalın bu olmadığını gösteriyor. 10 Aralık 2003 yılında Guardian’da yayınlanan bir haber depresyonu iyileştirdiği iddia edilen ilaçların intihar riskini artırdığını duyuruyor. Healy mahkeme kararıyla ilaç firmalarının arşivlerine giriyor ve depresyonu iyileştirdiği iddia edilen kimi ilaçlara ilişkin yapılan deneylerin bazı sonuçlarının bilim camiasıyla paylaşılmadığını görüyor. Saklanan sonuçlar, piyasaya sürülen bu ilaçların intihara yol açtığını gösteriyor.
Dünyada en çok satılan ilk on ilaçtan üçünün psikiyatrik ilaçlar olduğunu biliyoruz. Öyle görünüyor ki, bilim dünyası ile ilaç endüstrisi arasında görünenden farklı bir ilişki var. Son 60 yılda psikiyatrik hastalıklarda çok büyük bir artış söz konusu. 1952 yılında tanımlanmış 26 psikiyatrik hastalık varken bu rakam 2000’li yıllara gelindiğinde 394’e çıkıyor. Hastalıkların artması demek, yeni ilaçların üretilmesi, piyasaya sürülmesi ve dolayısıyla ilaç endüstrisinin kasasının dolması demektir.
Eğer silah üretiyorsanız savaşa ihtiyacınız vardır, ilaç üretiyorsanız hastalığa. Eğer bilgi üretiyorsanız da cehalete ihtiyacınız vardır.
Ama doğal olarak, silah üreticileri, “Silah satmak istiyorum, savaşa ihtiyacım var” demeyecek. İlaç endüstrisi “Hastasınız ve benim ürettiğim ilaçları satın alacaksınız” demeyecektir. Bunu silah endüstrisi adına manipüle edilmiş siyasetçiler, din adamları ya da kimi kanaat önderleri yapabilir, ilaç endüstrisi adına da sağlık uzmanları yapabilir.
Hüzün Öğretir!
Hüznü yok edecek bir ilacın varlığına inanmıyorum. Ancak böyle bir ilaç olsa bile, ben böyle bir ilacı asla kullanmam. Hüzün insanı üzer, insanı ağlatır, insanı yaralar. Bazı insanlar, hüzünlerinden dolayı değil, hüzünlerini kafaya taktıkları için toparlayamazlar. ‘Geviş getirmek’ benzetmesiyle anlatılır bu durum. Yani dert ve hüzün insan hayatını mahvetmez, ama derdini dert etmek hasta eder insanı.
Aslına bakarsanız, tek dünyalı yaşamak için, elinden geleni yapan Batı medeniyetinin problemi burada başlıyor. Dünyayı cennet yapmaya çalışmak, ölümsüzlüğü aramak beyhude bir uğraştır. Dünya, asla cennet olamayacak. Dünya imtihan yeridir. Ebedi hayatımızı yaşayacağımız yere geçiş güzergâhıdır dünya. Ölümü ve öldükten sonraki hayatı unutmak, hatırlamamak için hüznü yok etme gayreti, sakinleştirici (!) ilaç sektörünü besledi ve beslemeye devam ediyor. Sakinleştirici ilaçlar bir nevi uyuşturucu gibi etki yapıyor insanda. Acıyı unutmuyor, sadece uyutuluyor insan.
Sakinleştiricilerin çözüm olmadığını, olamayacağını anlayınca, hafızadan acı günleri silen ilaç icat ettiklerini iddia etmeye başladılar. Onlara kalsa, geçici değil kalıcı çözümü buldular!
Elyafı Zorluklar Üretir
ABD’de yetişen sisal adındaki bitki hikâyesi, zorlukların insana kazandır-dıklarını göstermek açısından güzel bir örnektir. Sisal bitkisinin içinde yoğun olarak elyaf bulunur. Elyaf dokumada kullanılan ve çok değerli bir maddedir. Sisal bitkisi verimsiz, kurak, soğuk rüzgâr ve aşırı sıcak yerlerde yetişen bir bitkidir.
Amerikalı bilim adamları sisal bitkisinden daha fazla ve kaliteli elyaf alabilmek için daha verimli ve sulak topraklara sisal ekerler. Sisal’in ilk bakışta daha verimli, daha gösterişli büyüdüğünü gören bilim adamları, sevinirler. Çok daha az maliyetle, çok daha fazla elyaf üretebileceklerini düşünürler.
Ancak hasat zamanı geldiğinde o gösterişli sisal bitki yapraklarında elyaftan eser olmadığını görürler. Çok büyük kâr elde edeceklerini düşünen bilim adamları çok büyük bir hayal kırıklığı yaşarlar. Neden başarısız olduklarını araştırmaya başlayan bilim adamları, hayatın olumsuz görünen düzeninin üretime katkısı ile karşılaşırlar. Sisal bitkisinin kötü toprakta, güneşle, rüzgârla, susuzlukla mücadele edebilmek için lifeleri / elyaf’ı meydana getirdiğini tespit ederler.
Bitki bunca zorluklara karşı koyabilmek, dayanabilmek, hayatta kalabilmek, türünü devam ettirebilmek için, bedeninde ve yapraklarında lifleri, elyafı türetip üretmektedir. Değerleri olan elyaf, zorluklar ile mücadele edilince elde edilir.
Yaram Yârimdir!
Hüzün yok edilirse hayat nasıl olur? Her şey zıddıyla birlikte var olmuyor mu? Gece yoksa gündüzü, acı olmazsa tatlıyı tarif bile edemezsiniz. Mutluluk hüzünsüz nasıl anlaşılacak? Ben acılarımın silinmesine izin vermem. Çünkü acılar ilaç olur, kıymetini bilene. Benim de her insan gibi, birçok sıkıntım, hüznüm oldu. Birçok hatalar yaptım. Hayat yolcuğunun keskin virajlarında kazalar yaptım. Bazı yol kazalarında, ömür boyu acısını çekeceğim yaralar aldım. Ancak ben biliyorum ki, yaptığım birçok yol kazası, geriye kalan yolculuğumda daha dikkatli davranmama sebep oldu.
“İyi ki hatalar yaptım!” demiyorum. Ancak, yaptığım o hataları unutmayı asla istemem. “Doğru kararlarımı yanlış kararlarıma borçluyum” diyenler, yanlışlarını unutursa, daha büyük yanlışlar yaparlar. Zavallı Batı medeniyeti! İnsanları mutlu etmenin yollarını bulamayınca, acıları yok eden ilaç bulduğunu iddia ediyor. Bilen bilir, her şey zıddı ile kaimdir. Geceyi yok eden gündüzü de kaybeder. Hüzünleri silerseniz, hüznün öğretilerinden mahrum kalırsınız.
Sait Çamlıca
Eğitimci-Yazar