Silkin ve Sıçra!

 

İş hayatına ve konferanslara yeni başlamıştım. Hep kendi işimi kurmak, başkalarının yanında çalışmaktan kurtulmak istiyordum. Özel eğitim kurumlarının yoğunluğunda, kendime, okumaya, projeler yapmaya zaman ayıramıyordum. Bir an önce bir şeyler yapmak zorunda olduğumu düşündüğüm için, yakınımda olan birkaç arkadaşımla birlikte, küçük bir şirket kurduk. Borç harç kurduğumuz şirket üzerine büyük hayaller kurmaya başlamıştım.

Gündüzleri iş yoğunluğu, hafta sonu ve akşamları şirket işlerini yürütmeye çalışıyordum. Bir yandan da ilk kitap çalışmamı bitirmeye çalışıyordum. Şirkette, birlikte bir şeyler yapmak için yola çıktığımız arkadaşlarla, her gün ve gece birlikte vakit geçirmekten, yazı yazmaya da okumaya da pek zaman ayıramaz olmuştum. Şirket işleri de istediğimiz gibi gitmiyordu.

Dost sandığım Murat adlı bir arkadaş, hafta içi kendisiyle birlikte çalışmamızı önerdi. Bazı tereddütlerim olsa da “Başkasının yanında çalışacağım son yılım olur!” düşüncesiyle Murat’ın ortağı olduğu kurumda çalışmak üzere anlaştık. Çalışma şartı olarak, benim teklifimi ve benimle gelen tüm arkadaşlarımın tekliflerini kabul etti.

Daha ilk haftalarda bazı işlerin ters gittiğini anlamıştım. “Yeni bir kurum, zamanla düzelir!” düşüncesiyle o yılı orda bitirme niyetindeydim. Ancak Murat ve çevresi hakkında ne kadar yanıldığımı anlamam, uzun sürmedi. Arkadaş bildiğim, iş ortağı olarak sürekli birlikte olduğum birkaç kişinin körlüğü, kendini uyanık sanması gibi sebeplerden dolayı “ceketimi alıp çıktım” oradan. Hem işten hem şirketten hem de o arkadaş çevresinden uzaklaştım. İlk zamanlar bazı şeyleri kendime kabul ettirmem zor oldu. Herkesten önce, kendime kızgındım. Sonra arkamdan iş çevirenlere.

O çevreden uzaklaşmış olmak, beni, benimle ve hayallerimle baş başa bıraktı. İki yıl tek başıma yaşadım. Aylarca iş ev arasında dolandım. Sürekli okuyup yazmaya başlamıştım. İlk dört kitabımı da bu süreçte yazdım.

Konuya devam etmeden önce, çok sevdiğim bir merkep hikâyesini paylaşacağım sizinle.

Çalışkan bir çiftçinin bir katırı varmış. Gün görmüş, çok yol tepmiş, inatçı, sabırlı bir katır… Özellikle bahar günleri boş çayırlarda dolaşıp otlamaya bayılırmış. Çiftçi de katırını çok severmiş. Günlerden bir gün katır yanlış bir adım atmış ve kendisini çiftçinin kuyusunun dibinde bulmuş. Allah’tan ki kuyunun içindeki su fazla değilmiş. Bu sayede hayatını kurtarmış, boğulmamış.

Bu güzel bahar gününde kendisini kuyunun dibinde bulan zavallı katır bir iki debelenmiş. Ama bakmış ki, buradan çıkabilmesi mümkün görünmüyor. Ne duvarı tırmanacak gücü var ne de uçup gidebilecek kanatları… Yine de bir iki hamle yapmış; ama nafile. Bu kuyudan kendi gücüyle çıkış olmadığını anlamış. Başlamış bağırmaya, anırmaya, daha doğrusu kuyuya düşüp dibe vurmuş bir katır ne yaparsa öyle şeyler yapmaya.

Bu canhıraş sesleri duyan çiftçi, kuyunun başına gelip durumu görmüş. Koskoca katırı kuyunun dibinden nasıl çıkaracak? Çaresiz, civardaki köylüleri yardıma çağırmış. Düşünmüşler taşınmışlar, dibe vurmuş katırı çıkarmanın bir yolunu bulamamışlar. Bu arada katırın bağırış çağırışları yürekleri dağlıyormuş! “Bari daha fazla acı çekmesine engel olalım.” demiş katırın sahibi. Bu kuyu nasıl olsa artık işe yaramaz. İyisi mi içini toprakla dolduralım hem katırın acısına son vermiş hem de kuyuyu kapatmış oluruz…

Derken yukarıdan kürek kürek taş toprak atmaya başlamışlar. Önce umudu kesip ölmeyi kabullenmiş katır. Sonra, kafasına bir taş düşünce beyninde bir şimşek çakmış! Bir çare gelmiş aklına ve başlamış uygulamaya! Yukarıdan sırtına taş toprak yağdıkça şöyle bir silkiniyormuş. Sırtındakiler yere düşünce, sıçrayıp üzerine çıkıyormuş. Bir daha, bir daha yapıyormuş bunu. “Silkin ve sıçra, silkin ve sıçra, silkin ve sıçra!” diye mırıldanıyormuş bir yandan da. Silkin ve sıçra! Yukarıdakiler onu gömmek için kürek kürek toprak atmaya devam etmişler; ama bir süre sonra, bizim katır kuyunun tepesinde belirmez mi! Katır hâlâ “Silkin ve sıçra” diye mırıldanmaktaymış.

Evet, dibe vurmuş katır, kuyunun dibinden silkinip sıçrayarak kurtulmuş. Pes etmeyip çaba gösterdiği için.

Başımıza gelen olumsuzluklar, felâketler kafamıza düşen taş gibidir. Bu felâketler karşısında silkinirsek üzerimizden atarız.

Silkinmek yetmez, felâketlerin üstüne basa basa, kör kuyulardan kurtulmayı başaramazsanız, sizi o kuyuya gömecek çok dost (!) görürsünüz çevrenizde.

İş hayatında yaşadığım sıkıntılardan aldığım derslerden bahsediyordum.

En çok kendime kızıyordum. Kendi iş hayalimi kurarken, çok acele etmiştim. Temelini yapmadan binayı inşa etmeye çalıştığımı anladım. Çok daha önemlisi yanlış insanlarla yola çıkmış olduğumu fark etmiştim. Ya doğru adamlarla yola çıkmam ya da yolculuğumu kendim yapmam gerektiğini anlamama yaradı o süreç.

Şimdilik yolumu da yolculuğumu da tek başıma yapmaya karar verdim. Ancak kafama düşen taşlar, uyanmama sebep oldu. Benim o çukurdan çıkamayacağımı düşünenler, üzerime küreklerle toprak attıkça, ben silkinip sıçradım. O günden sonra, sık sık bir araya gelip uzun uzun muhabbetler yapacağım bir arkadaş çevresi edinmemeye karar verdim. Daha çok yalnız kalmam gerekiyordu. Çünkü yalnızlık, düşünen insanın üretim fabrikasıdır.

O çevreden uzaklaşmasaydım, iki yılda dört kitap yazamazdım. O günlerde kendilerine çok kızdığım o arkadaşlarıma, teşekkür borçluyum galiba!

O arkadaşlarım şu anda neredeler, nelerle uğraşıyorlar pek bilmiyorum. Duyduğum kadarıyla hâlen kuyu kuyu dolanıp kürek atanlar varmış. Umarım birkaçı bu yazıyı okur da kürek kürek attıkları toprakların, başkalarını değil, kendilerini gömdüğünü anlarlar.

Katır bile kafasına düşen taşlarla kendine gelip silkiniyor. Başınıza gelen olumsuzluklar karşısında pes etmeyin.

Silkinin ve sıçrayın!

 

 

Sait Çamlıca
Eğitimci-Yazar

Kaynak Kitap

Stresli İman

Online Sipariş:
Bu yazının alıntılandığı kitabı aşağıdaki sitelerden satın alabilirsiniz.