İnsan inşa etmeyi ihmal ettik!

Cami inşa etmek için bir araya gelenler, sokak çocukları ve tinercilerin elinden tutmak için de bir araya gelecekler mi bir gün.

                Prefabrik yapılarda kılınan namaz kabul olur. Ancak, sokak çocuklarının ve tinercilerin çok olduğu bir ortamda, lüks camilerde kılınan namaz kabul olur mu bilmiyorum! “Vay o namaz kılanların haline!” ayeti düşündürmeli, lüks cami inşa etme yarışı içinde olanları.      

                Cami inşa etmekten insan inşa etmeye zaman ayıramadık.

                Diyanet İşleri Başkanı Sayın Mehmet Görmez bir toplantıda, “Peygamberimiz (as) veda hutbesinde, 100 bin kişiye konuşma yaptı. O 100 bin kişi, dünyayı değiştirdi. Biz, 150 bin kişilik diyanet personeli olarak, daha Türkiye’ye sahip çıkamıyoruz” demiş. “Nerede hata yapıyoruz?” sorusu, hepimizi düşündürmeli.

                Camiler ve Din Görevlileri Haftasında içim acıdı!

                2011 yılı “Camiler ve Din Görevlileri Haftası” benim böyle bir kitap yazmakta acele etmem gerektiğini düşünmemi sağladı. Cumhuriyet tarihinde ilk defa Milli Eğitim Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı “Çocuk – Cami Buluşması” tertipledi. İlköğretim öğrencileri, öğretmenleri eşliğinde mahallelerindeki camileri ziyaret edip, cami ve din görevlisi ile buluşacaklardı.

                Proje çok güzel bir proje… Hatta bu proje, Cumhuriyet tarihinde bir devrim sayılır. Ben bu projeyi duyunca çok sevindim.

                Ancaaak!

                Üzülerek ifade edeyim ki, bu projeye ne imamlar ne de din dersi öğretmenleri yeterince ilgi göstermedi.

Düşünebiliyor musunuz?

                O mahalledeki okulun Müdürü; Ya İmam Hatip Lisesi Mezunu, ya İlahiyat mezunu ya da bir cemaat / tarikat’ta yetişmiş dindar bir insan.

                O mahallenin camisinde bir veya birkaç din görevlisi var.

                O caminin derneğinde mahallenin cemaati var.

                O ilçenin Milli Eğitim Yöneticisi, İlahiyatçı veya İmam Hatip Lisesi mezunu ya da bir cemaat / tarikat’ta yetişmiş dindar bir insan.

                O ilçede müftü, vaiz ve yardımcıları var.

                O ilçede neredeyse her cemaatin / vakfın şubesi var.

                Ancak bu saydığım kişi ve kurumların birçoğu bu projeyle ilgilenmediler veya göstermelik projelerle geçiştirdiler.

                Çocuklara Kur’an öğretmek için mağaralarda Kur’an saklayan, karakolda yediği dayaklara rağmen Kur’an hizmeti veren, nezaretlerde yatmayı göze alan insanların torunları, dedelerinin yaptıklarını konuşmaktan, burunlarının uçlarını göremiyorlar. 

                Daha bundan on sene önce, camiye bırakın çocuk götürmeyi, camiye giden öğretmenler bile fişleniyordu.

                Bizim, devletten veya fişlenmekten çok daha büyük eksikliklerimizin / problemlerimizin olduğunu görmemi sağladı bu olaylar.

                Çocuk ve cami buluşmasına ilgisiz kalınması çok, hem de çok acı bir olay.

“Böyle bir proje ülkemiz için bir devrim sayılır” dedim ya. Bırakın devrim sayılmayı, secdeye kapanıp, “Bu günleri bize gösterdiğin için sana şükürler olsun Allahım!” diye ağlamamız gereken bir karardı. Bu projeye ilgisiz kalınması, ağlanacak halimiz olduğunu gösterdi bana bir kez daha.

                Caminin toplumsal fonksiyonu

                “Cami” denilince akla sadece “ezan – namaz – teravih – cenaze – mevlüt” kavramları gelmeye devam ettikçe, camilerin toplumsal işlevi değişmeyecek.  

                Sadece ezan sesi duyuluyorsa bir mahallede, o mahalle için cami sadece bir ibadet yeridir. Ben öyle imamlarla tanıştım ki, camisinden sadece ezan sesi duyurmuyor mahalle halkına, caminin kokusunu burun deliklerine ulaştırıyor. Mahalle çocuklarının cıvıltısı yayılıyor camiden.

                “Bizim mahalle halkı ilgi gösterse ben de faaliyet yaparım” diye bahane üreten din görevlilerine kızıyorum. Görüşme yaptığım tüm din görevlileri, görev yaptıkları her camide, her mahallede, benzer etkinlikleri yapmayı başarmışlar.   

                “Hocam biz köy yerinde çalışıyoruz. Buralarda yapacak bir şey yok!” diye itiraz eden çok din görevlisi oldu / olacak.

                Yaptığım görüşmelerde birçok imama bu soruyu ben de sordum. Birçoğu zaten köylerde de görev yapmış. Bazı din görevlilerinden aldığım cevaplar bana “Sizde bir ışık olsun yeter ki, çalıştığınız yer neresi olursa olsun, siz orayı aydınlatırsınız! Sizde bir ışık yoksa, size her yer karanlık!” cümlelerini kurdurdu.

                Devlet Memuru!

                Okuyucularım bana katılır mı bilmiyorum. Ancak cemaat / tarikat veya vakıflarda yetişen öğretmen ve din görevlileri ile ilgili ilginç bir gözlemim daha oldu.

                Kendi cemaatinde / vakfında / tarikatında çok aktif olan, çok güzel çalışmalar yapan, mesai saati dışında bile sürekli çalışanlar, devlet görevlisi olunca çalışmıyorlar. Cemaat / vakıf / tarikat mensubu imam veya öğretmen, devlet memuru olunca yan gelip yatıyorsa, cemaatinin / tarikatının / vakfının varlık sebebini bile anlamamış demektir. 

                Bir müftü bana, “Benim en çalışkan imamım ücretli olarak çalışan imamdı. Ücretli personel olarak çalışırken kendisinden çok memnundum. Sözleşmeli olarak atanınca çalışmalarını azalttı. Kadro aldıktan sonra çalışmayı iyice  bıraktı” diye anlatmıştı.

                Benzer bir olaya bizzat şahit oldum. “Bu camide göreve başladığımda 8 kişilik bir cemaat vardı. Hepsi yaşlılardan oluşuyor. Bunlardan 6 tanesi rahmetli oldu. Diğer ikisi halen devam ediyor camiye. Onlar da ölünce rahatlayacağım” diyen kişi, maalesef bir din görevlisiydi. “Aldığın maaş helâl mi?” diye soracaktım, ancak ortam müsait değildi.

                Devlet memurluğu kavramı üzerine söylenecek, söylenmesi gereken çok şey var.

                Gayret ve çabanın dünyadaki ödülü

                Mahallenin / köyün geleceği için çalışan bir din görevlisinin maaşı ile sadece namaz kıldıran, cenaze kaldıran bir din görevlisinin maaşı arasında bir fark yok. Herkes hesabını Allah’a verecek. Müftüye değil, Allah’a hesap verme bilinciyle çalışanlar başarılı oluyor.

                Bu kitap için görüşme yaptığım her olayı ve herkesi yazmadım / yazamadım. Ancak bu görüşmelerim esnasında, ilginç bir gözlemim oldu.

                Sadece beş vakit namaz kıldırma memuru gibi çalışan din görevlileri mutsuz ve huzursuz iken, çalışıp yorulanların heyecanlı ve coşkulu olduğuna şahit oldum. “Ahiret için çalışanlara dünyada verilen gizli ödül bu olsa gerek!” diye not düştüm ajandama.                        

                Çalıştıkça yorulmaları gerekirken, çalıştıkça daha büyük bir güç kazanıyorlar.

                “Allah’ın davasını dert edinenlerin özel dertlerini Allah satın alır” anlamındaki Hadisin tecellisini gördüm yüzlerinde.

                Muğla / Fethiye Müftüsü Ömer Faruk BİLGİLİ bey anlatmıştı. “Cemaat tarafından çok sevilen ve işlerini çok iyi yapan iki tane din görevlim vardı. İkisinin de aynı köyün gençleri olması beni şaşırtmıştı. Merak edip sorunca gerçeği öğrendim. Bu iki din görevlisi gençler, çocukluklarında köylerinde imamlık yapan hocayı çok severmiş. Kendileri de imam olunca çok sevdikleri hocaları gibi hem çocuklarla hem cemaatle iyi ilişkiler kurmuşlar”

                Aldığım cevap, işini iyi yapan bir din görevlisinin ne kadar etkili olduğunu yeniden görmemi sağladı. Öğrencilerine kendisini sevdiren imam, kendisinden sonra o mesleği yapacak olanlara da ışık oluyor.

                O imam yaşıyorsa, ömrü uzun ve sağlıklı olsun. Ölmüş ise, kabri nur, mekânı cennet olsun. İsmini bile bilmediğimiz bir imam, arkasında bıraktığı öğrenciler sayesinde halen dua alıyor.       

                Takva, işini iyi yapmaktır

                Bize anlatılan takva ile kitaplarda gördüğüm “gerçek takva” arasındaki fark, beni önce şaşırttı, sonra “Budur işte Takva!” dedirtti.

                Bize anlatılan takva; Saatlerce tespih çekmek, sakalı mümkün mertebe uzun bırakmak, uzun uzun namaz kılmak, bolca oruç tutmak, her yıl umreye gitmek gibi, temel dini ibadetleri daha sık yapmaktı. Züht hayatı yaşamayı bize “takva” diye anlatmışlar yıllarca. 

                Ancak benim, başta Kur’an tefsirleri olmak üzere, okuduğum birçok kitapta, takva “işini iyi yapmak” anlamında sorumluluk bilinci olarak anlatılıyor. “Ne iş yaparsan yap, o işi en iyi şekilde yapmandır” Müslüman’ın takvası.

                Kasaplık yapan kişinin takvası sattığı ette, manavın takvası saklamadığı çürük elmalarda belli olur. Öğretmenin takvası, öğrenci için daha iyisine gayret etmek, postane memurunun takvası, gelen vatandaşa hizmet etmektir.

Terzinin takvası, diktiği kıyafet giyilirken, inşaat yaptıranın takvası depremlerde belli olur.

                Bu kitap çalışmamda kavram – anlam tartışmasına girecek değilim. Takva kelimesinin bu anlamıyla ilgili  yaşadığım “budur işte Takva!” heyecanını, görüşmeler yaptığım din görevlilerinde ve müftülerde de gördüm.

                En büyük takva, en uzun sakalı olan din görevlisinde değil, cemaati tarafından en çok sevilen, görevini en iyi şekilde yapan din görevlisindedir.

                En büyük takva, en güzel sesi olan, en yavaş namaz kıldıran din görevlisinde değil, mahallenin çocuklarına camiyi sevdirebilen din görevlisindedir.

                En büyük takva, zehir gibi hafızlığı olan din görevlisinde değil, hutbe ve vaazlarıyla yüreklere heyecan verebilen, mahallenin çocuklarını, camiye cemaat yapabilen din görevlisindedir.