Hızırla Gezen Musa Gibidir İnsan

 

Nasip, kader, kısmet, tevekkül gibi, günlük hayatta kullanmaya alıştığımız kavramların, gündelik hayat içerisindeki yeri üzerine kafa yormaya çalışıyorum. Bu kavramlar hepimizin dilinde, az ya da çok var. Ancak bu kavramlara en çok ihtiyacımızın olduğu zamanlarda unutuyoruz gibi geliyor bana.

Doğru ilacı, doğru zamanda, doğru oranda kullanmadığımız için sıkıntı yaşıyoruz. Tevekkül ilacını kullanması gerektiği dönemlerde, bunu ihmal etmenin bedelini, bunalıma girerek ödüyor insanlar.

Zorluklar, sıkıntılar, acılar, hüzünler karşısında direnci zayıflar insanın. Direnci zayıflayan insanın vücudundaki mikroplar harekete geçer. Birçok hastalık ortaya çıkmaya başlar. Verem, kanser, ülser gibi büyük hastalıkları “üzüntü” tetikler. Grip hastalığı gibi küçük rahatsızlıkları bile, bazen üzüntülerimizden sonra yaşarız.

“Bunun da bir hikmeti vardır!” diyebilmek kolay değil, acılar karşısında. Özellikle de bir haksızlık karşısında “hikmet” aramak, kolay kolay aklımıza gelmez. Kabullenmekte zorlanırız. “Bu nasıl adalet?” deriz. İmanı zayıf olan insan, ilâhî adaletten bile şüphe etmeye başlar.

Hayatın acımasızlıkları, zorlukları karşısında, doğru bir bakış açısı elde etmek için, benim en anlamlı bulduğum olay, Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Hızır (as) kıssasıdır. Kehf sûresinde anlatılan “Hızır Kıssası gözlüğü ile” olaylara bakabilen bir insanın, sakinleştirici ilaçlara ihtiyacı olmayacaktır.

Dünyanın gelmiş geçmiş en bilge adamıyla bir yolculuğa çıkma fırsatınız olduğunu düşünün. Bu öyle bir bilge ki ne sizden önce ne de sizden sonra o bilgeyle yolculuk yapma imkânı olan biri olmadı, olmayacak.

Bilge adam, sizinle yolculuk yapmayı tek bir şart ile kabul ediyor. Yolculuk esnasında bilge adamın yapacaklarına karışmayacaksınız. Kendisi size bir şeyler anlatmadıktan sonra soru sormayacaksınız. Bilge adamın işine karışmamak ve yolculukta yaşanacak olaylara sabredeceğinize söz verip yolculuğa çıkıyorsunuz.

Yolculuğunuz bir gemiyle başlıyor. Geminin sahibi size izzet ve ikramlarda bulunuyor. Ancak bilge adam, hiçbir gerekçe yokken, gemiyi deliyor. Gemi yavaş yavaş su almaya başlıyor. Size bu kadar iyilikleri dokunan geminin sahibine teşekkür edip dua etmeniz gerekirken, bilge adamın yaptığını görünce sinirleniyorsunuz. “Bu mudur senin insanlığın! Ne yapmaya çalışıyorsun?” diyerek öfkeleniyorsunuz.

Bilge adam, “Hani bana karışmayacaktın? Hani yaptıklarımı sorgulamayacaktın? Hani soru sormayacaktın?” deyince, verdiğiniz sözü hatırlıyorsunuz. Öfkenize hâkim olamadığınızı, bir daha işlerine karışmayacağınız başka soru sormayacağınızı ifade edip, özür dilediğiniz için, bilge adam sizinle yolculuk yapmaya devam ediyor. Birlikte yürümeye devam ediyorsunuz. Yolda küçük bir çocuğa rastlıyorsunuz. Her hâlinde fakir olduğu belli olan çocuğa yaklaşan bilge adam, çocuğa hiçbir şey söylemeden onu öldürüyor. İşlenen cinayete sinirlendiğinizden daha çok, masum bir çocuğun öldürülmesine dayanamıyorsunuz. “Masum bir cana nasıl kıyarsın? Bu çocuk sana ne yaptı şimdi? Sen ne kadar kötü kalpli birisin öyle?” diyerek, öfkenizi yüzüne haykırıyorsunuz bilge adamın.

Bilge adam; “Ben sana, benimle yolculuk yapmaya dayanamazsın, demedim mi?” diyerek, size yolculuk öncesi yaptığı uyarıyı hatırlatınca hatanızı anlıyorsunuz. “Bana son bir şans daha verin. Söz veriyorum, şayet bir kez daha işinize karışırsam, soru sorarsam, size verdiğim söze aykırı davranırsam, sizinle yolculuk yapmaya devam etmeyeceğim.” diyerek, yola birlikte devam etmeye onu ikna ediyorsunuz.

Bir köye ulaşıyorsunuz. Yol yorgunluğu, açlık ve susuzluktan ikiniz de bitkin düşmüşsünüz. Köy halkından yiyecek içecek istemeye karar veriyorsunuz. Hangi kapıyı çaldıysanız yüzünüze kapanıyor. Hiç kimse sizinle ilgilenmiyor. Köy meydanındaki sudan içerek, bulabildiğiniz birkaç lokmayı yiyerek dinleniyorsunuz bir köşede.

Bir müddet dinlenen bilge adam, köyde yıkılmak üzere olan bir bahçe duvarını onarmaya başlıyor. Büyük bir usta titizliğinde duvarını örüyor. İşini bitirip yola devam etmeye niyetlenince, “Bu köy halkı bize hiç iyi davranmadı. Ne karnımızı doyurdular ne de susuzluğumuzu giderdiler. Sen de bu insanlar için koskoca duvarı tamir ettin. Bari duvarı tamir etme karşılığında biraz para alsaydın da ihtiyaçlarımızı giderseydik!” diyerek bilge adamın karşısına dikildiniz.

“Seninle yaptığımız yolculuk burada sona erdi!” diye söze başladı bilge adam. “Bana verdiğin sözü tutamadığın için seninle yolculuk yapmam artık imkânsız. Üçüncü kez beni hesaba çekip sorguluyorsun. Yolculukta gördüklerine sabretmek kolay değildi elbette. Senle yollarımızı ayırmadan önce sana, yolda gördüklerin hakkında bilgi vereyim.

Yola çıktığımız zaman bindiğimiz geminin sahibi bize ikramlarda bulunduğu hâlde onun gemisini deldiğim için bana kızmıştın. Ben o gemiyi, geminin sahibini mükâfatlandırmak için deldim. Fakir ve yoksul olduğu halde, insanlara ikramda kusur etmeyen gemi sahibinin gemisini delmeseydim, savaş hazırlığı için civardaki bütün sağlam gemileri toplayan zalim bir kral, onun gemisine de el koyacaktı. Gemi elinden alınmasın diye gemiyi deldim.

Öldürdüğüm masum (!) çocuk için bana çok sinirlendiğini biliyorum. O çocuğun anne ve babası çok iyi ve çok dindar insanlar. Öldürdüğüm çocuk yaşasaydı, anne ve babasına zulmedecekti. Bu kadar iyi insanların evlat zulmüyle kahrolmasını istemediğim için o çocuğu öldürdüm. Bu evlatları ölünce, yeni bir çocukları daha dünyaya gelecek. İnşallah yeni doğacak olan çocukları onları üzmeyecek, kendilerine layık bir evlat olacak.

Bize kötü davranan köylülerin duvarını örmeme hem sinirlendin hem de şaşırdın. O köyde ördüğüm duvarın sahibi, köydeki öksüz bir çocuk. Ben o duvarı örmeseydim, hiç kimseye iyilikleri dokunmayan köy halkı, öksüz çocuğun duvarına ve duvarın altındaki defineye sahip çıkacaklardı. O duvarın altında define olduğunu hiç kimse bilmiyor. Öksüz çocuk büyüyüp kendi malına sahip çıkacak güce erişinceye kadar, define orada görünmesin diye duvarı tamir ettim.

Şimdi anladın mı evlat? Gemisini kurtarmak için deldiğimi, evlat eziyeti çekmesinler diye evlat acısı yaşattığımı, öksüze sahip çıkmak için duvar ördüğümü şimdi anladın mı evlat? Benimle yolculuk yaparken gördüklerine sabredemedin. Umarım bu anlattıklarım sana ders olur da hayatta başına gelecek olan sıkıntılara sabredersin.

Haydi Allah’a emanet ol!

(Kehf suresinde geçen ayetler ışığında (Kehf suresi: 65 – 82) tarafımdan kurgulanmış bir hikayedir.)

Kur’an-ı Kerim’i mezarlıkta okumak için indirilmiş bir kitap gibi algılayanlar, sadece perşembe akşamları Yasin okumak için Kur’an’ı ellerine alanlar, Ramazan ayında hatim indirmek dışında Kur’an’la ilişkisi olmayanların, Hızır kıssasından hayat dersi alması beklenemez elbette. Kur’an’ı hayat gözlüğü yapmayıp, kutsal gün ve gecelerde okunacak bir kitap muamelesi yapanlar hayatın sıkıntıları karşısında Allah’a değil, ilaçlara sığınmak zorunda kalıyorlar.

Hızır kıssası perspektifinde hayata bakmayı başaran bir Müslüman, başına gelen birçok sıkıntıya sabretmesini bilecektir.

“Bizim yanımızda dolanan, bize başımıza gelen olayların hikmetini anlatan Hızır yok ki yanımızda!” diye düşünenlere, iki şey tavsiye ediyorum. Kur’an meali ve peygamberler tarihini mutlaka tekrar tekrar okuyun. Çünkü Kur’an, hayat rehberi, peygamberler tarihi, çileler tarihidir. Sadece çileler tarihi değil, çileler karşısındaki duruşu ve bu duruşun dünya ve ahiretteki mükâfatını da görüyor insan, peygamberler tarihini okuyunca.

Hayat yolculuğunu, Hızır’la gezen Mûsâ gibi, yürümeyi ve sonlandırmayı Allah hepimize nasip etsin.

 

Sait Çamlıca
Eğitimci-Yazar

Kaynak Kitap

Stresli İman

Online Sipariş:
Bu yazının alıntılandığı kitabı aşağıdaki sitelerden satın alabilirsiniz.

Önceki
Ah Yûsuf!