“Profesör anne, kızı tarafından öldürüldü.” haberi medyada yayımlandığı zaman, hepimiz şaşırdık. Anadolu’da yaşanan “töre cinayeti” haberlerini okuduğumuz zaman, “Cehaletle mücadele etmek şart!” cümlesini hepimiz kuruyorduk. Ancak Hukuk Fakültesi’nde öğrenci olan genç bir kız, Tıp Fakültesinde profesör olan annesini öldürünce “töre cinayetleri” için bulduğumuz basit ve kolay çözümleri sorgular olduk.
Annesini öldüren Başak AYDINTUĞ, yaşadıklarını Âdem SOLAK Bey’le paylaşmış. Şiddeti Anlamak (Cezaevi Görüşmeleri) adlı kitabında Âdem SOLAK Bey, Başak AYDINTUĞ’un yazdıklarını yayımlamış. Ben yazılanlarını okurken, “Hiçbir şey sebepsiz değildir.” cümlesini defalarca tekrarladım.
Medyada cinayet haberlerini okurken, “Hayırsız evlat işte!” deyip geçiştiriyoruz. Başak AYDINTUĞ’un yazdıklarını okuyunca bakalım siz ne düşüneceksiniz?
Şiddet sadece eğitimle ilgili bir olgu olamaz. İnsanların nasıl yetiştiği, yetişirken neler yaşadığı, hayata nasıl baktığı, iç dünyasındaki denge ve dengesizliklerin neler olduğu önemlidir. Bir de son anda insan yaşantısındaki olaylara bakmak gerekir. İçinizde fırtınalar, korkular, acılar varsa ve onlarla baş etme gücünüzü bir an bile yitirirseniz, hayatın anlamını da yitirirsiniz ve o an gözünüz kararır. Gözünüzle birlikte ruhunuz, aklınız kararır; her şey kapkaranlık olur. İnsan eğitim düzeyi düşükken de, yoksulken de mutlu olabilir.
Ben babaannemle dedemin yanında büyüdüm. Anne, baba eve gece 11’den önce gelemediği için öyle bir karar verilmiş. Ben annemi anne, babamı baba olarak bilemedim. Onların beni sevip sevemediğini hiç anlayamadım; belki de bu nedenledir, ben de onları sevdiğimi hiç hissedemedim. Ancak, bu dava sürecinde babamla yakınlığım arttı ve son zamanlarda babamın beni sevdiğini düşünüyorum.
Büyükanne ve büyükbaba ile yaşamak beni yetişkin biri gibi yaptı hep. Çocukluğumu yaşadığımı hatırlayamıyorum. Bir yandan hep kendimi büyük gibi hissettim; diğer yandan, bir yanım (belki de en çok duygu dünyam) sanki hep çocuk kaldı.
Mizaç olarak uysal ve büyüklerinin her dediğini yapan birisiyim. “Yapamam!” deme gibi bir şansım yok; istemesem de yaparım. Benden, arzu etmediğim bir şey de istenmiş olsa, hayır diyemem; nefret ede ede yaparım. Öyle yetiştirildim.
Çocukluğumda belli zamanları anne ve babamın yanında geçirmek zorundaydım. Bu benim istemediğim ve mutsuz olduğum durumdu. Çünkü onlar hep kavga ederdi. Sürekli tartışır, itişirlerdi. Annem çoğu zaman eline geçen ne olursa babama fırlatırdı. Evde bir kenarı kırık olmayan tava yoktu.
Çocukluğumdan beri evimizde tanık olduğum manzara beni hep korkutur, tedirgin eder, derinden üzerdi. Bağırtı, hakaret, itişme, kalkışma, fırlatma…
Elimden bir şey gelmediği için köşeme çekilir, korku ve endişeyle sakinleşmelerini beklerdim.
En çok annem olmak üzere, anne – babam birbirlerine çok ağır sözler söylüyorlardı. Annemin sözleri ağza alınacak gibi değildi. Benim asla anlamayacağım bir şekilde, babamdan nefret ediyordu. Bazen de babama olan öfkesini bana kusuyordu. Babama ve bana kendimi bildim bileli hep küfürlü konuşurdu. Annem aynı zamanda bir laf cambazıydı.
Onunla kimse baş edemezdi. CIA saflarında psikolojik işkenceci olarak çalışmalıydı. Tüm yıkıcı özelliklerini babamın ve benim üzerimde denemekten hoşlanıyordu. Ben, bu yüzden hep psikolojik acı çekerek büyüdüm. Başka insanlar onu şirin ve sempatik bilsin diye, gayret gösterirdi. Evinde farklı, dışarıda çok farklıydı. Onun gerçek yüzünü babam ve ben bilebilirdik ancak.
Evimizde sürekli bir savaş hali vardı. Evde eşyaların havada uçuşması ve tabakların kırılmasından çok, küfür dolu sözler beni ürkütürdü. Her şey benim yanımda oluyordu. Çocuktum ve olan bitenlerden çok korkuyordum. Ben hayatın öyle olduğuna karar vermiştim artık. Çünkü annem de babam da benim gibi, evlerinin tek çocuklarıydı. Amcam, teyzem, halam, dayım olmadığı için başka aileler nasıldır, hiçbir zaman bilemedim.
Benim kendi dünyam, annemin babamın ayrı ayrı kendi dünyaları vardı. Ancak en anlamadığım şey, annemin iki ayrı kişilik sergilemesiydi. Babamla savaş halinde iken, o sırada telefonu çalsa, arayan kişiyle gayet nazik, sıcak, samimi bir şekilde konuşabilirdi. Böyle davranması beni hem çok şaşırtır hem de deli ederdi. O iyi yüzünü neden bize göstermiyordu, anlamıyordum.
2004 yılında annem, babam kendi aralarında boşanma kararı almışlardı. Bir gün beni aralarında oturtup ayrılma kararlarını birlikte açıkladılar. Hallerinden üzüleceğimi, yıkılacağımı sandıkları belliydi. Oysa, bu kararı duymak beni çok sevindirmişti. Artık birbirlerini kırıp dökmeyecekleri için mutluydum. Keşke böyle bir kararı çok önceden almış olsalardı.
Ayrılık sürecinde anladım ki, annem blöf yapmış. Bir geri dönüş de olamadı. Ayrıldıklarından iki yıl sonra 2006’da babam başka bir kadınla evlendi. Ayrılık ve sonrası durum annemi daha da asabileştirdi. Artık tüm öfkesini bana kusuyor, nefes almam bile sorun oluyordu. Kullandığı kötü ifadelerinin dozunun artması, çirkin sözlerinin daha da ağırlaşması beni giderek boğuyordu. Ruhum acıyor, gözüm kararıyordu onun yanında. Benim ağzıma alamayacağım ama olaydan sonra kısmen basında yer alan alçaltıcı sözleri, kişiliğimi yerle bir ediyordu, dayanamıyordum.
Sonra o kötü olay oldu.
Ne tuhaftır ki, ilk günler cezaevi bana cennet gibi geldi. Kendimi, hiç olmadığım kadar özgür hissettim. Rahatladığım, zincirlerimden kurtulduğum duygusunu yaşadım. Ben içimden geleni söylüyorum. Bunları anlamanızı beklemiyorum. Kimsenin anlayacağını da sanmıyorum.
Ben tek çocuktum ve her şeye tek başına katlanmak zorundaydım. Duygularımı, düşüncelerimi, zorluklarımı, acılarımı paylaşacak birileri olsaydı, belki o denli bunalmaz, zorlanmaz, boğulmazdım.
Bilmiyorum. Anlatamıyorum. Eğitim adına, ders adına, bilim adına bir yerlere ve birilerine yararı olacaksa, bütün bunları ve daha fazlasını yazmak, sizin çalışmalarınız yoluyla toplumla paylaşmak isterim.
Geri dönüp baktığımda şunu görüyorum: Annem, babam, bana ihtiyacım olan sevgiyi hiçbir zaman vermediler. Ben de onları sevmedim. Onların beni sevdiklerine de hiçbir zaman inanmadım.
Yazıyı okurken altını çizdiğim cümleleri kalın harflerle yazdım. Anne-baba evi nasıl bir cehenneme çevirmişse, Başak AYDINTUĞ cezaevine girince, “Cezaevi bana cennet gibi geldi!” diyor.
Bu acı olaydan çıkartılacak çok ders var. Anne-babasının yanında mutlu olamayan çocuklar, ya kendilerini mutsuz edenlerden intikam alıyor ya da mutlu olabileceklerini düşündükleri mekâna gidiyor. Gitmek zorunda kalıyor.
Sizin eviniz, çocuklarınız için cennetten bir bahçe mi, cehennem çukuru mu?
Sait Çamlıca
Eğitimci-Yazar