Başın “Dışı” Tamam da “İçi” Ne Olacak?

Cumhuriyet tarihi boyunca “din-devlet” ilişkileri hep sıkıntılı geçmiş. En çok tartışılan üç başlıktan bahsedilsin dense, akla ilk gelen “Türkçe ezan” tartışmaları olur. O dönemin acı hatıralarını, dedelerimizden dinlediğimizden daha çok, kitaplardan okuduk…

Türkçe ezan dışında en çok konuşulan iki başlık oldu. Birisi, “başörtüsü” meselesi diğeri de “Ayasofya’nın ibadete açılması” olmuştur.

Bizim nesil “Zincirler kırılsın, Ayasofya açılsın” ve “Örtüye uzanan eller kırılsın” sloganlarıyla büyüdü. 1950 yılına kadar ezanın aslına dönmesi tartışılırken, 1950’den sonra, yani Cumhuriyet tarihinin yarısından fazla bir zamanı, aynı tartışmalarla geçirdik. Ya “başörtüsü” ya da “Ayasofya” camisinin ibadete açılması gündemimizdeydi sürekli.

Anayasa mahkemesinde bir sıkıntı çıkmazsa “başörtüsü” tartışmaları sona erecek gibi. Muhafazakar camia diye adlandırdığımız, milli ve manevi değerlere sahiplenme duygusu ağır basan kesim için başka bir sorun kalmayacak mı?

Bana sorarsanız, bizim camia asıl bundan sonra kendini sorgulamaya başlamak zorunda.

Başın “dışını” örterek okula gidebilme mücadelesinden çok daha önemli sorunların bizi beklediğinin farkına varmak zorundayız. Başın “içi” doldurulma- dıktan sonra “dışının” örtülmüş olması yeterli mi?

                Başörtüsüne “türban” gibi bir kılıf bulup, “Biz başörtüsüne değil, türbana karşıyız” diyen insanların gerçek korkusu başın içinin de doldurulması değil mi?

                Bu insanlar, ne bez parçasına düşmanlar ne de o bez parçasının adının “başörtüsü” ya da “türban” olmasından rahatsızlar. Bu insanların asıl derdi, bedenini örtüyle kapatma bilincinde olan insanların kafalarının içini de doldurmalardır.

                “Boş” bir kafanın örtülü ya da örtüsüz olmasından hiçbiri rahatsız değil aslında. Bilinçli kafaların örtünmesinden, ya da örtülü kafaların bilinçlenmesinden korkuyorlar.

                Bana, “boş” bir örtülü baş mı yoksa, “dolu” bir açık baş mı diye sorarsanız, ben size başka bir soruyla cevap veririm.

                Yaratıcının namazdan, oruç’tan, hac’dan, zekat’tan ve örtünme emirlerinden çok daha önce niçin “oku!” diye başladığını hiç düşündünüz mü?

                Bence düşünün… Hem de uzun uzun düşünün bu sorunun cevabını.

                Düşünmemiz gereken o kadar çok soru ve sorun var ki?

                Bana, “nafile ibadetlerini bile ihmal etmeyen biri mi yoksa, temel ibadetlerini yerine getiren fırsat buldukça okuyup düşünmeye zaman ayıran biri mi?” diye sorsanız, ben size “Hz. Peygamberin ‘Bir saat tefekkür etmek, bin yıllık nafile ibadetten evladır’ sözünden ne anlıyorsunuz?” diye sorarım.

                “Dindarların, din cahili (!) kalmasının suçlusu din düşmanlarıdır!” diye düşünenlere, “Akşamları evinizde televizyonu kapatıp kitap okumanıza engel olan hangi din düşmanıydı?” diye sormak gerek.

                Acı ama gerçek…

                Yıllardır hep din düşmanlarından bahsediyoruz. Her dönemin ayrı din düşmanı vardı. Bir zamanlar “Komünistler” dine en büyük düşmandı. Bazen onlara “kitapsız” dedik, bazen “Allah” düşmanı. Dinimize inancımıza hep onlar zarar veriyordu! Dinimizi, kitabımızı kurtarmak için onlarla kavga etmemiz gerekiyordu! Bütün enerjimizi de onlara karşı mücadele etmeye ayırdık.

                İşte size düşünülmesi gereken üç soru daha…

                Dine en büyük zararı din düşmanları mı verdi, dindar gözükenler mi?

                İslami sermayeye (!) en büyük zararı din düşmanları mı verdi? Dindarların sermayeleri üzerinde saltanat sürenler mi? İyi düşünün!

                Sürekli bizi başın “dışı” ile uğraştıranlar, başın “içini” dert etmeyelim diye mi oyaladılar. Ne dersiniz?

                Bence bunu da düşünün!

                Bana sorarsanız; “bizim bize ettiğimizi bize kimse etmedi!” derim.